Son dönemde küresel ısınmanın yanında, Doğu Akdeniz'de suların ısındığı gerçeği ile yaz dönemine girerken, önümüzdeki süreçte Türkiye'nin önüne mevcut sorunların üzerine bir de Kıbrıs’ın konulacağı birçok uzman tarafından tahmin edilmektedir. Fakat uluslararası alanda arka arkaya gelen hamlelere rağmen Türkiye'nin daha önce hiç bu kadar pasif bir politika izlediği görülmezken, Türk medyası bu sorunun sanki Türkiye'nin hemen yanında değil, Asya pasifik tarafında küçük bir adada gerçekleştiği yönündeki yaklaşımı dikkat çekmektedir. Son dönemde basın özgürlüğünün azalması ve medyanın iktidar kontrolüne geçmesi nedeniyle şu anki medya duruşunun bir politika olarak uygulandığı söylenebilir. Mevcut gelişmeleri fırsatçı girişimler olarak tanımlayan Türk hükümeti ise yurt içerisindeki siyasi ve politik gelişmelerle birlikte basiretsiz bir şekilde dışa bağlı ekonomisindeki sıkıntılara boğulmuş durumdadır. Bu nedenle olacak ki Türkiye artan jeopolitik riskleri görmezden gelmektedir. Diğer yandan izlenen politika nedeniyle Türkiye'nin elinin ne kadar zayıf olabileceği tartışılmakta, bir benzetme ile sanki Türkiye Kıbrıs tatlısının tuzlu faturasını ödemeksizin restorandan nasıl kaçabileceğini planlanmaktadır. Bu benzetme birçok kesim için sert ve kabul edilemez olsa da ne yazık ki dışarıdan bakıldığında görünümün bu şekilde olduğu söylenebilir.
Son dönemde olgunlaşmakta olan soruna kısaca baktığımızda, geçtiğimiz Şubat ayında ABD'li enerji şirketi Exxon-Mobil ve Katar devletine bağlı ortağı Qatar Petroleum şirketi Kıbrıs Adası'nın güneybatısında şu ana kadarki en büyük doğal gaz rezervini keşfettiklerini açıklamış, bu keşfin son iki yılda tüm dünyada bulunan en büyük üçüncü rezerv olduğu belirtilmiştir. Diğer yandan İtalyan Eni ve Fransız Total şirketleri tarafından farklı sondaj çalışmaları yürütülürken, Türkiye kendi ilan ettiği münhasır ekonomik bölgesine (MEB) girmese bile bir süredir devam eden bu aramalara tamamen karşı çıkmaktadır.
Olgunlaşmakta olan krizin masada diplomasi ile veya askeri gücün kullanılması ile çözülmesi seçenekleri masada durmaya devam etmektedir. Fakat geçtiğimiz günlerde Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar'ın da açıkladığı gibi FETÖ ile mücadele kapsamında bugüne kadar TSK'dan 16 bin 677 ihraç edilmiş, 7 bin 335 personel hakkında adli-idari işlem devam etmekte olup ve bakan onayı ile 1567 personelin idari sebeplerle ilişiği kesilmiştir. Dünyanın hangi ordusu olursa olsun, bu kadar kısa sürede ve bu büyüklükte eğitimli personel kaybının her orduyu zayıflatacağı, en azından Suriye ve Kuzey Irak’ta aktif operasyon içerisinde olan bir ordunun ikinci bir noktaya odaklanamayacağı oldukça aşikârdır. Bunun üzerine Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar'ın yeni askerlik sistemini bir reklam çalışması gibi sunması, bu noktada devletin elde edeceği kazancın ön planda tutulması da mevcut görünüme olumlu yönde katkı sağlamamıştır.
Kıbrıslı Rum Yönetimi ise yabancı şirketler ile birlikte sürdürdükleri doğal gaz arama faaliyetlerini egemenlik hakkı olarak görmektedir. Bazı kaynaklar, Kuzey ve Güney yönetimler arasında gerçekleşen barış müzakerelerinde Türk tarafının tek tartıştığı konunun doğal kaynaklarının paylaşımı olduğu belirtilmekte, Rum müzakereciler ise barış görüşmeleri ile doğal kaynakların farklı tartışmalar olduğunu savunmaktadır. Rum tarafı olası bir barış anlaşmasında Rum, Türk, Ermeni, Maronit halklarının Kıbrıs Cumhuriyeti çatısı altında toplanması ile doğal kaynaklardan elde edilecek gelirin bütün ada halkının ekonomik faydasına olacağını savunmaktadır.
Diğer yandan Rum yönetimi 3. Dünya ülkesi vatandaşı birçok kişiye vatandaşlık dağıtırken, Kıbrıs'ın kuzeyinde ambargo altında doğup büyüyen, ebeveynlerinden bir tanesi 1974 öncesi Kıbrıs doğumlu olan 500 bilemediniz 1000 Kıbrıslı Türk gence Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu vermeyerek düşmanca tavır sergilemekte ve AB imkanlarından faydalanma haklarını gasp ederek bu barışçıl söylemin sorgulanmasına neden olmaktadır. Ülke içerisinde bir çok farklı şekilde buna benzer ırkçı ve düşmanca politika devam etmesine rağmen, Rum tarafının AB üyesi bir ülke olması açsısından iç hukuk tükenmeden Avrupa İnsan Hakları mahkemesine başvurulamamaktadır. Bunun sonuncunda Kuzey tarafta yıllardır ambargolarla mücadele eden Kıbrıslı Türkler, Güney tarafta ise Rum mahkemleri ve hakimlerinden oluşan duvarı aşamayarak seslerini dünyaya duyuramamaktadırlar.
Adanın Kuzey tarafında Türkiye'nin neredeyse bir gece operasyonu ile 2019 Mayıs ayında değiştirdiği Kuzey Kıbrıs Türk yönetiminde ise tekrar iki devletli çözümü savunan anlayış güçlenmiş, aynı şekilde KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı kendi siyasi geçmişine zıt şekilde açıklamalar yapmaya mecbur edilmiştir. Yukarıda bahsettiğimiz Rum politikaları da iki devletli çözüm yaklaşımının Kıbrıs Türk halkında karşılık görmesine neden olmaktadır. Bu politika çerçevesinde Türkiye doğal kaynaklardan belli bir yüzde almak amacını gütmektedir. Ayrıca bu süreçte Türkiye bölgeye sondaj çalışmaları yapmak için gelen gemileri engellemeye çalışmış, Türk donanmasının İtalyan enerji şirketi Eni'ye bağlı gemileri Kıbrıs açıklarında durdurması uluslararası tepkilere neden olmuştur. Ek olarak bir karşı hamle ile Türkiye satın aldığı sondaj gemisi ile adanın batısında, kendi tanımladığı münhasır ekonomik bölgesinde (MEB) kendi arama faaliyetlerini gerçekleştirmektedir. Fakat bu hamle masadaki diğer bütün oyuncuların tepkisi ile karşılaşmış, tehditler arka arkaya gelmiştir. Hemen ardından Kıbrıs Rum Kesimi Larnaka’daki deniz üssünü Fransız’lara tahsis etmiş, ABD ve İsrail’e de üs verilmesi gündeme gelmiştir. Zaten Mayıs ayının son günlerinde Amerikan Donanmasına ait USNS ilk kez Limasol limanına demirlemiştir. İngiltere Başbakanı Theresa May, Rum liderin kendisine gönderdiği mektuba cevaben "Türkiye'nin sondaj faaliyetlerine karşı olduklarını" belirtmiş, İngiliz Kraliyet Donanması’na ait 120 F-35B savaş uçağını, İngiltere’ye ait Kıbrıs Rum Kesimi tarafındaki Akrotiri Hava Üssü’nde konuşlandırmıştır. Bu gelişmeler yaklaşmakta olan jeopolitik krizin diplomasi ile çözülebileceğine olan inancın oldukça zayıflamasına neden olmuştur.
Türkiye'nin ülke içerisinde de oldukça eleştirilen dış ilişkileri ve uluslararası arenada izlediği politikalar neticesinde, konuya muhatap Levant ülkelerinden Suriye, İsrail, Mısır ile arası açık durumdadır. Bunların yanında Avrupa Birliği'nin ve birliğe üye önemli ülkelerin bu konuya yaklaşımı, üyelerden biri konumunda Kıbrıs Rum yönetiminin lehinedir. Kıbrıs Rum yönetiminin Avrupa Birliği'ne üyeliği ise geçmiş dönemde Türkiye'nin izlediği yanlış bir politika olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye'nin NATO üyeliği ise ABD ile ilişkilerin bozulması, Suriye konusunda Rusya ve İran ile birlikte yol haritası izlemesi, Rus S400 hava savunma sistemleri satın alması nedenleri ile tartışılır konuma gelmeye başlarken, bazı kesimler Kıbrıs Cumhuriyeti olarak Rumların NATO'ya üye olabileceği senaryolarını basına sızdırmaktadır.
Türkiye için Kıbrıs,1974 harekâtı ve kumar oyunları dışında önümüzdeki süreçte farklı bir kriz ile belleklere kazınacak gibi dururken, bu oyunun yüksek ihtimalle kaybedeni olma yolunda ilerlemektedir. Uzun bir süre boyunca bölgede olası bir savaş riski hiç bu kadar artmazken, atabileceği bütün adımları atmış ve stratejik olarak her yönden kuşatılmış gözüken Türkiye’nin sözlü uyarılar ve pasif eylemlerle kendi elini zayıflatacak politikalara bel bağlamaya devam etmesi kuvvetle muhtemeldir. Farklı bir açıdan değerlendirirsek mevcut sorunlarla boğuşan Türkiye, bedeli çok ağır olabilecek bir Kıbrıs krizini başlamadan en pratik nasıl çözebileceği arayışı içerisinde olduğu söylenebilir.