Avrupa, Avrupa... Bitmeyecek olan krizlerin ülkesi. Anlaşılmak istenmeyen kıta. Aciz iktisatçılar topluluğunun bulunduğu yer. Euro gibi bir deli gömleğini küçük ülkelere giydirme yanlışına yakalanmış topluluk. Derdini anlatamayan böylece de derdine deva bulamayan birlik... Burnumuzu içine sokmak için yalaka kamu spotu reklamları yaptırdığımız oluşum.
Likidite tuzağına düşmüş bir Avrupa, yaşlı bir Avrupa... Evet, yaşlı bir Avrupa.
Mesela yaşlı insanların yediği yemekten ne olur ki? Kıyafetini yılda kaç defa değiştirir ki? Başka bir bakış açısıyla yılda kaç defa cep telefonunu kırabilir; modelinden yılda kaç defa sıkılabilir? Eve abuk sabuk bibloları sürekli satın alarak doldurabilir mi? Otomobilini ayda kaç defa garajından dışarı çıkarır.
Çevremizde yaşlı büyüklerimizin hayatlarını söyle bir düşünün, evlerinde hemen her şey mevcuttur. Televizyon, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, mobilyalar, otomobil, halılar, mutfak eşyaları, birçoğu için evin kendisi yani konut mülkiyeti...
Yıllar içerisinde zaman içerisinde hemen hemen gerekli bütün ihtiyaçlar karşılanmış görünümdedir. Bu yaşamın doğal bir sürecidir.
Oysa genç bir insan için durum farklıdır? Hemen her şeye ihtiyaç vardır. Eve, arabaya, mobilyaya, beyaz eşyaya, eğitime (acil).
Uzağa gitmeyelim, en basiti genç adamın günde dört defa karnı acıkır ve kurt gibi yemek yer. Fast foodcular çalışır, servis elamanları çalışır, fırıncılar çalışır, ustalar çalışır, topladıkları parayı suya sabuna verirler. Sucular çalışır, sabuncular çalışır. Devlet daha fazla vergi toplar. Reklam ajansları çalışır.
Öte taraftan gençlerin doldurduğu canlı canlı kafeler, AVM'ler yeni aşkların başlangıcı olabilir ve Dünyaya tüketmeye gelecek potansiyel yeni nesillerin fizibilite çalışmaları yapılabilir.
Nerede hareket orada bereket demişler! Hareket=Enerji=Para=bolluk.
Şimdi aslında bu yazıda anlatılmak istenen ufak bir nüans bulunuyor. Ekonomi dediğimiz makinenin çarkları sokaktaki ufak çocuğun lolipopundan, jetle uçan işadamının pervanesine kadar uzanır.
Para tarafı dediğiniz mesele reel taraftan elbette bağımsız değildir ancak likidite tuzağına düşmüş bir ülke için aynı şeyleri söylemek güç olur. Nasıl yani?
Avrupa Merkez Bankası (ECB) para basacakmış. Sorunlar hafifleyecekmiş. Hayır, efendim daha da artar hafiflemez! Neden?
Şimdi biraz derin iktisadi konuşalım. Likidite tuzağı dediğiniz şey ekonomide bireylerin artık faiz oranlarının daha fazla düşmeyeceği veya düşürülemeyeceği seviyeye ulaştığına olan inanç noktasıdır. Yani Avrupa gibi bir ülkenin içerisinde bulunduğu haldir.
Böyle bir ekonomide siz faiz oranlarını düşürerek elde etmeyi amaçladığınız verimleri alamazsınız. Aslında bu işin özünde de doğal arz fazlasına ulaşma yatar yani tüketimin para tarafıyla içselleştirilememesi yatar. ( Yukarıda halk diliyle anlatmaya çalıştığımız konu)
Merkez Bankası (MB) olarak siz para basarsınız ortamı nakde boğarsınız, sonuçta canlanma sağlayamadığınız gibi paranın dolaşım hızını düşürürsünüz ve böylece devletiniz daha az vergi toplar; daha az vergi daha az yatırım, daha az gelir... uzar gider.
Özetle Avrupa'nın içerisinde bulunduğu durum aşırı sermaye birikimi durumudur. Yani basit tanımla kriz durumudur. Önerilen politikaların hiç biriyle aşılacak bir sorun değildir. Hatta belki çözümü şu söyleyeceğim öneri kadar çılgın bir şey olabilir. Bence Zengin Avrupalılar kullandıkları araç gereçleri, eşyalarını, eskiyen otomobillerini 3. Dünya ülkelerine bağışlamalılar. Sonra devletin sağlayacağı ek harcama çekleriyle de yeniden ihtiyaç duydukları AB menşeli ürünleri almalılar. Bunu yaparken eşanlı olarak paralarının değerini düşürmeli ve çarkların yeniden dönmesini sağlamalılar.
Son söz: Her reel kriz Marksist ekonomideki sermaye tanımıyla açıklanabilir bir aşırı sermaye birikimini ifade eder.