2022’ye girerken uzunca sayılabilecek bir geçmişte gündemden düşmüş olan enflasyonun yeniden gündeme geldiği artık açık bir biçimde belli oldu. Enflasyon denilince fiyatlar genel düzeyinin sürekli artış göstermesi diye ortak bir tanım kullanıyoruz. Burada bir hata yok. Buna karşılık enflasyonun kökenleri konusunda ayrım yapmayarak yalnızca enflasyon deyip geçtiğimizde hata yapıyoruz. Çünkü enflasyon kökenlerine göre ikiye ayrılır: Talep enflasyonu ve maliyet enflasyonu. Sonuçları aynı olsa da ikisinin nedenleri birbirinden çok farklıdır.
ABD’de küresel krizin ortaya çıktığı 2008 yılından itibaren ABD Merkez Bankası Fed, ekonomiyi canlandırmak için, para arzını (niceliksel genişleme ya da gevşeme) adı altında ciddi biçimde artırırken bir yandan da faizleri düşürdü. Bugün geldiğimiz noktada Fed faizi yüzde 0,25, bilanço büyüklüğü ise 8,8 trilyon dolar dolayında bulunuyor (küresel krizden hemen önce Fed faizi yüzde 2, bilanço büyüklüğü ise 900 milyar dolar dolayındaydı.) Fed, bu para politikasını büyüme eğilimine geri dönebilmek için yürüttü. Buradaki en önemli risk enflasyonun yükselmesiydi. Dolar, rezerv para olduğu için, ne kadar basılırsa basılsın pek değer kaybetmeden dünyada talep edilmeye devam etti. Basılan bu paralar, tahvillerini Fed’e satan bankalara oradan da fonlara geçti ve bu fonlar ABD dışındaki ülkelerde yüksek getirili yatırım araçlarına yöneldi. Bu gelişmenin sonucu olarak da basılan bu büyük miktarda para ABD’de değil gittiği yerlerde enflasyonist etkiler yarattı. Fed, bu paraların ABD’ye geri dönüp de enflasyonist baskı yaratmaması için faizi düşük tutmaya devam etti. Uzun dönemli enflasyon hedefini yüzde 2 olarak belirleyen Fed, enflasyondaki artışı başlangıçta geçici olarak nitelese de zaman içinde bunun pek de geçici olmadığını görünce faiz artırımlarını gündeme getirmeye başladı. Fed’in faiz artırımını erken yapacağı yolundaki beklentilerin yoğunlaşmasıyla 2021 sonunda yüzde 1,50 dolayında olan ABD Hazine Tahvili faizi 1,75’e yükseldi. ABD’de faizlerin yükseleceği beklentisi yurtdışına yüksek getiri amacıyla gitmiş olan fonların en azından bir bölüm yatırımlarını ülkeye geri getirmesinin önünü açıyor. Bu fonlar risk – getiri karşılaştırması yaparak artık daha az getiri daha az risk arayışı içinde bir bölüm yatırımlarını gittikleri yerlerden alıp ABD’ye geri götürüyorlar. Büyük çoğunluğu yurt dışı yatırımlara gittiği için bugüne kadar ABD’de enflasyona neden olmayan paralar, dönüşe geçince enflasyonu yükseltmeye başlıyor. ABD’de son dönemde enflasyonda ortaya çıkan hızlı artışın temelinde astronomik biçimde artırılmış bulunan para arzının etkisini bu dönüş nedeniyle göstermeye başlaması yatıyor. Bir başka ifadeyle ABD’de enflasyonun yüzde 2’ler düzeyinden kısa sürede yüzde 7 düzeyine tırmanmasının nedeni para arzındaki artışın ertelenmiş etkisinin ortaya çıkmasıdır. Benzer bir durum ABD ile aşağı yukarı aynı para politikasını yürüten iki rezerv para sahibi bölgede de (Euro Bölgesi ve Birleşik Krallık’ta) görülüyor. Her ikisinde de enflasyon hızla yükseliyor.
Paranın mal ve hizmet arzından çok olduğu yerde enflasyon olur. Günümüzde ABD, Euro Bölgesi ve Birleşik Krallık’taki durumu en iyi özetleyen tespit budur. Biz buna talep enflasyonu diyoruz. Bu enflasyon türünde piyasada para bol olduğu için talep, arzı aşıyor ve enflasyona yol açıyor.
Türkiye’de durum buraya kadar anlattığımızdan oldukça farklı bir görünüm içinde. Türkiye’de para arzında geçmiş yıllarla karşılaştırdığımızda büyüme ve enflasyon artışıyla açıklayamayacağımız bir artış görünmüyor. Buna karşılık enflasyonda astronomik diye ifade edilebilecek bir artış söz konusu. 2020 sonunda yüzde 14,6 olan enflasyon oranı 2021 sonunda yüzde 36’ya tırmanmış bulunuyor. Bugüne kadar bu enflasyon artışında talep yönlü baskı çok düşüktü, asıl itici güç TL’nin dış değer kaybından kaynaklanıyordu. 2020 sonunda 7,44 olan USD/TL kuru 2021 sonunda 13,30’a yükselmişti. Kurda ortaya çıkan bu büyük artış önce ithal girdi maliyetlerine oradan ürünlerin satış fiyatlarına yansıyor ve enflasyonu yukarı çekiyor. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de ortaya çıkan enflasyonun büyük ölçüde maliyet (kur) kaynaklı olduğu anlaşılıyor.
ABD, Euro Bölgesi ve Birleşik Krallık’taki talep kökenli enflasyondan farklı olarak maliyet kökenli bir enflasyonla karşı karşıya olsa da her iki durumda önleyici ilk adımın faiz artışından gelmesi gerekiyor. ABD, Euro Bölgesi ve Birleşik Krallık, merkez bankalarınca piyasaya sürülen parayı harcamaya dönüşmekten çıkarıp tasarrufa yönlendirebilmek için faizi artırmak zorundayken Türkiye de kur kaynaklı enflasyonu denetim altına almak için faizi artırmak zorunda. Buna karşılık ABD, Euro Bölgesi ve Birleşik Krallık bugüne kadar ekonominin canlı kalabilmesi, büyüyebilmesi için faiz artırımına gitmemeye, enflasyondaki artışa göz yummaya yöneldiler. Büyük olasılıkla bunun bedelini enflasyonu çok daha uzun dönemde denetim altına alarak ödeyecekler. Türkiye, bu ülkeler arasında en ilginci. Yüksek olan faizini, enflasyon arttıkça indirerek kurdaki ve enflasyondaki yükselişin hızlanmasına yol açtı. Başlangıçta, bu hatalı uygulamayı haklı göstermek için kurdaki yükselmenin ihracatı artırmak ve dolayısıyla cari açığı düşürmek için bilinçli olarak hedeflendiği açıklanmış olsa da yükselişin devam etmesi karşısında telaşa kapılarak bu kez döviz satışı yoluyla kura müdahaleye başlandı.
Aslında piyasa dinamikleri, merkez bankası ne derse desin faizi zaten artırıyor. Mesela ABD’de Fed faizi 0,25 olsa da on yıllık tahvil faizi yüzde 1,75, Türkiye’de TCMB faizi yüzde 14 olsa da on yıllık tahvil faizi yüzde 24,5 dolayında bulunuyor. Piyasadaki faizlerin artmasından çok daha önemlisi merkez bankalarının faizi artırarak piyasaya enflasyonla mücadele edeceği mesajını vermesidir. Merkez bankası eğer enflasyonun yükselmesine karşın faizi artırmıyorsa o zaman kamuoyunda, enflasyonla mücadelenin ciddi olmadığı imajı yaratır. Ki bu, piyasadaki faizler yükselse de gereken etkiyi sağlamaz. O zaman hem piyasa faizleri yükselmiş hem de enflasyon denetlenememiş olur. Türkiye, bunlara ek olarak kuru denetleyebilmek için milyarlarca dolarlık rezerv harcaması yapmak zorunda kaldı. Ama sonuç yine başarısızlık olarak karşımıza çıktı.
Buraya kadar anlattıklarım para politikasını da içine alan ekonomi politikasının bilimle sanatın bir karışımı olarak tanımlanmasının nedenini de ortaya koymuş olmalı.