😎Özel Yaz Kampanyası - InvestingPro’nun yapay zeka destekli hisse seçimlerinde %50 indirim fırsatıİNDİRİMİ KULLAN

Merkez Bankaları Ne Yapmalı?

Yayın Tarihi 04.11.2021 09:43
Güncelleme Tarihi 09.07.2023 13:32
USD/TRY
-

Geçtiğimiz hafta sonu, 2021’in son çeyreğine ait Enflasyon Raporu’nun tanıtımında TC Merkez Bankası Başkanı Şahap Kavcıoğlu enflasyonla mücadele üzerine yepyeni bir stratejiden söz etti: Cari işlemler dengesinde fazla vererek fiyat istikrarına ulaşmak… Anlayabildiğimiz kadarıyla sözü edilen “stratejinin” ana kurgusu döviz kurunun yükseltilmesiyle birlikte dış piyasalarda rekabet avantajı yakalanacağını; böylelikle ihracatın artarak cari işlemler dengesinde verilmekte olan açığın geriletileceği beklentisine dayandırılmaktadır. Böylece ulusal ekonomimizde ciddi bir dış kırılganlık unsuru olan cari açık sorunu halledilecek, güven ve istikrar sağlanacak ve ülkemizin risk primi de geriletilmiş olacaktır. Bu kurgunun başarıya ulaşana dek –yani cari işlemler dengesi fazlaya dönünceye dek- ısrarla, sabırla uygulanması gereklidir.

Kavcıoğlu’nun biraz da mahcup tavırlarla, daldan dala atlayarak, tutarsızlıklarla dolu yaklaşımına katılmak mümkün değil. Nitekim, sayın başkanın konuşmasının ardından bir çok akademisyen ve araştırmacı da ihracatımızın ve genel olarak üretim yapımızın ithalata bağımlılığının yüksek olduğunu, dolayısıyla döviz kurundaki yükselmenin ithal girdi maliyetleri üzerinden yurt içi enflasyonu da kamçıladığını vurguladılar. Bunun ötesinde şirketler kesiminin 300 milyar doları aşan dış borçları ve Hazine’nin iç borçlarının neredeyse dörtte birinin döviz cinsinden oluşması nedeniyle, kurdaki hareketlenmenin şirketler kesiminin bilançolarına ve kamunun bütçe dengelerine son derece olumsuz yansımakta olduğu gerçekleri de dile getirildi.

Reel üretkenlik kazanımlarına dayandırılmayan yapay kur rekabetinin ise bir avantaj değil, Türkiye’nin başta işgücü olmak üzere tüm ulusal varlıklarının değersizleştirilmesi ve yoksullaştırılması anlamına geleceğini de geçen haftaki yazımızda vurgulamış idik.

Ne var ki bu tavrımız merkez bankalarının biricik görevi sadece ve sadece enflasyon hedeflemesidir savının geçerliğini sorgulamamıza engel değil. Bu yazımda bir yandan da bu konuya açıklık getirmeyi amaçlamaktayım.

Enflasyon hedeflemesi kavramının kuramsal temellerinin Robert Mundell ve Marcus Fleming tarafından atılmış olduğu imkansız üçleme savına dayandığı iddia edilmekte. Buna göre bir ekonomide şu üç seçenekten ancak ikisi merkez bankası otoritesi tarafından seçilebilir; üçüncüsü “piyasalara” bırakılacaktır: (1) Uluslararası sermaye hareketleri serbest mi, kurallı mı (kontrol edilmiş) olacaktır?; (2) faiz düzeyi para politikası tarafından mı, yerel/küresel piyasalar tarafından mı belirlenecektir?; (3) Döviz kuru merkez bankasınca mı belirlenecektir, yoksa piyasalarca serbest/esnek olarak belirlenmesine mi bırakılacaktır? Konunun umutsuz bir çıkmaza sürüklendiğini fark eden iktisatçılar, bir yandan da Katolik Kilisesinin öğretisine dem vurarak, söz konusu seçeneksizliğe kutsal olmayan üçleme (un-holy trinity) ifadesiyle dramatik bir etki yaratmaktan da geri durmadılar.Ancak, özellikle finans piyasaları yeterince derinleşmemiş, gelişmekte olan ekonomiler açısından gözlenen durum, sermaye hareketlerine sınırsız serbesti tanınan bir ulusal ekonomide merkez bankalarının artık ellerindeki istikrar araçlarını terk etmekte olduğu ve faiz ve döviz kurunun da artık seçilebilecek bir politika aracı olmaktan çıktığı gerçeği idi. Uluslararası sermaye hareketlerine açık bir ekonomide faiz oranı ve döviz kuru neredeyse bir birine bağlanıyor ve tek bir “finansal fiyata” dönüşüyordu. Bu “bağlı fiyat” spekülatif finansal arbitraj ya da faiz paritesine dayalı döviz kuru dengesi diye anılacak ve yerel merkez bankalarının uluslararası finans şebekesi karşısındaki bağımlı ve edilgen durumunu özetleyecekti.

Teknik formülasyonu merak edenler için:

Net spekülatif arbitraj = (1 + faiz oranı) / (1 + döviz kuru aşınma oranı) – 1

Sermaye hareketlerine açık bir ekonomide ulusal merkez bankalarının içine sürüklendiği bu açmaz Mundell-Fleming modelinin öngörülerini de pratikte geçersiz kılmaktaydı. Bu gerçek, merkez bankalarını yeni arayışlara sevk etti ve belki biraz da el yordamıyla ilk olarak Yeni Zelanda Merkez Bankası 1990’lar başında yepyeni bir duruş sergileyeceğini açıkladı: madem ki reel olarak aktif bir para ya da döviz kuru politikası uygulamaya olanak kalmamıştı, o halde merkez bankası enflasyonun ne düzeyde olacağını tahmin edip, öngörülerini kamuoyu ile paylaşmakla yoluna devam edebilirdi.

Bir bütün olarak “Enflasyon Hedeflemesi” (EH) diye anılan bu tür yeni-merkez bankacılığı para politikaları böylelikle uygulamaya konuldu. Dolayısıyla aslında hedeflenen enflasyon değil, enflasyon öngörüsü idi. Politikanın temel çıkış noktası sermaye hareketlerinin tam serbestisi altında artık merkez bankalarının geleneksel aktif para politikası uygulama olanağının kalmadığı tespiti idi. Nitekim sermaye hareketlerinin serbestisi altında eğer merkez bankası faiz oranını düşürerek genişleyici politikalar izlemeye çalışır ise ülkeden sermaye çıkışı baş gösterecek ve söz konusu politikalar başarısızlığa mahkum olacaktır. Benzer şekilde döviz kurunun da pahalılaştırılarak (yerli paranın değeri düşürülerek) izlenebilecek genişleyici ticaret politikaları gene uluslararası sermaye hareketlerince boşa çıkartılacaktır.GSYİH İçinde Tasarruf ve Sanayinin Payı

Dolayısıyla, bu şartlar altında merkez bankaları artık tek bir görev üstlenmelidir: enflasyon öngörülerini kamuoyu ile (“piyasa aktörleriyle”) şeffaf olarak paylaşmak ve fiyat istikrarı dışında hiç bir ekonomik değişken ile ilgilenmemek. “Güven verici” (“kredibilite sahibi”) merkez bankacılığı ancak bu şekilde gerçekleşecektir.

Merkez bankaları da reel ekonomiyi etkileyecek kararlar peşinde koşmak yerine, sadece ve sadece fiyat istikrarını sağlamaya çalışmalı; döviz piyasalarını ise tamamen serbest bırakarak uluslararası piyasa “oyuncularının” spekülatif kararlarına terk etmelidir. Nitekim, burada “kamuoyu” diye kastedilen birimin de gerçekte “yerli ve uluslararası finans sermayesi” olduğu; “şeffaflık” sözcüğü ile kastedilen olgunun da aslında son derece gayrı-demokratik bir biçimde tasarlanmış bulunan bir örgütlenme yapısının, anayasal hiç bir kuruluşa hesap verme zorunluğu olmadan, “bağımsız merkez bankacılığı” aldatmacası altında sürdürülmesinden ibaret olduğunu bu satırlarda vurgulamanın gereksiz olduğunu düşünüyorum.

EH uygulamasının on beş senelik geçmişine baktığımızda ise, merkez bankalarının pratikte uygulamaya koşullandırıldıkları politikaların sadece “fiyat istikrarını sağlamak”tan ibaret olmadığı –ya da aslında daha doğrusu, uluslararası finans şebekesinin tek derdinin sadece enflasyon tehdidi olmadığı— ortaya çıktı. Finans sermayesi buna ek olarak bir de faiz oranlarının çok sık değiştirilmemesini ve mümkün olduğunca sabit ve “düzleştirilmiş” bir patika izlemesini talep etmekteydi. Merkez bankaları eğer faiz oranlarına çok sık müdahale ederlerse piyasanın “aklı karışmakta” ve hesapları şaşmaktaydı. İktisat yazınında “faiz düzlemesi” (interest rate smoothing) diye anılan yeni-merkez bankacılığı böylece parasal iktisat ders kitaplarına da malzeme olmaya başladı.

Şeffaflık”¸ “kredibilite”, “beklentilerin idaresi” gibi kavramlar ardına saklanan sözde bağımsız¸ ancak finans sermayesine bağımlı “modern” merkez bankacılığında “enflasyon hedeflemesi” kavramı böylece 1990’lı yılların sonuna gelindiğinde tartışmasız, “tek doğru” olarak kabul gördü. Artık bütün soruların yanıtları verilmişti: merkez bankaları fiyat istikrarından başka hiç bir gösterge ile ilgilenmeyecek; sadece enflasyon hedeflemesi öngörülerini kamuoyu ile (siz finans sermayesi ve uluslararası derecelendirme kuruluşları diye okuyunuz) şeffaf biçimde paylaşacak; enflasyon belli bir eşiğin üzerine çıktığı anda da faizi yükseltecekti.

Ancak 2007’nin sonbahar aylarından bu yana küresel finans piyasalarında yaşanan çalkantılar bu ezberi bozmaya yetti. Amerikan konut ve vasıfsız kredi piyasalarında yaşanan spekülatif şişkinliklerin patlamasıyla birlikte ortaya dökülen sorunlar, Yılmaz Akyüz hocanın 2008 yılından tespitleriyle “fiyat istikrarını sağlamış olmanın tek başına makro istikrarı sağlamaya yetmeyeceğini; döviz ve diğer menkul kıymet piyasalarında istikrar sağlamadan fiyat istikrarının da sağlanamayacağı” gerçeklerini tüm çıplaklığıyla ortaya koymuş oldu.

Türkiye 1989’da sermaye hareketleri üzerindeki tüm düzenlemeleri kaldırarak uluslararası kumarhane masasına ortak oldu. Türkiye 1990’ları “göreceli olarak” emeğin gelirlerin koruyan, ancak yüksek kamu açıkları, yüksek enflasyon ve yüksek reel faiz koşulları altında geçirdi. Yerel ve uluslararası sermaye – özellikle finans sermayesi, “zayıf koalisyon” hükümetleri diye betimlenen bu ilk onyılın performansından hoşnut değildi. Aslında tüm dünyada da 1994 Meksika, 1997 Asya, 1998 Brezilya ve Rusya krizleriyle birlikte sermaye hareketlerine açılımın yarattığı istikrarsızlık ve çalkantı dönemi, küresel finans sermayesinin beklentilerinin karşılanabilmesi için neoliberal düşüngüye daha sıkı ve sert bir bağlılık gerektiğini öğretmekteydi. Türkiye’de bu dönüşüm IMF’nin önce 1998’de sonra da 2000’de uygulamayı koşullandırdığı “döviz kuru çapasına bağlı enflasyonu düşürme” programı ile gerçekleştirmeye çalışıldı. Tasarım hatalarıyla yoğrulmuş programın iktisat yasalarının duvarlarına çarpıp krize sürüklenmesinin ardından kurulan AKP hükümetleri, neyse ki bütün bu politikaları güvenli bir biçimde ele alacaktı (ya da tersten okuyalım; AKP’nin 28 Şubat ile önü açılarak zaten bu görev için hazırlanmıştı).

Senaryo kurgusu ne olursa olsun, AKP yerel sermayenin en gözde partisi olarak göreve başladı. Türkiye yüksek reel faiz ile çalışan, elde ettiği döviz girişleri sayesinde de dövizin fiyatını ucuz tutarak ithalatını finanse eden dış borçlanmaya dayalı, bağımlı bir ekonomik model izlemeye yöneldi. Yüksek reel faiz sunarak, uluslararası spekülasyon oyunu içerisinde “ayrıcalıklı” bir konum kapma uğraşı aslında 2001-krizi sonrasında Türkiye’ye bizzat IMF tarafından telkin edilmişti. AKP ekonomi idaresinin 2003 sonrasında Türkiye ekonomisi için harfiyen uyguladığı yüksek faiz aracılığıyla yurt dışından sıcak para girişlerine ve dövizin ucuz tutulmasına dayalı sanal büyüme modeli sayesinde, Türkiye bir yandan ucuz ithalat aracılığıyla tüketim talebini karşılamış, bir yandan da enflasyonu yüzde 10’un altına düşürebilmiş idi.

Unutmayalım ki Türkiye geleneksel olarak “cari açık veren bir ekonomi” değildir. Dış ticarette verilen açıklar, çoğunlukla işçi dövizleri, uluslararası müteahhitlik hizmetleri ve turizm gelirleri sayesinde görece olarak dengelenmekteydi. Ancak, 2003 sonrasında Türkiye’ye akan sıcak para sermayesinin yol açtığı döviz bolluğu sonucunda Türk lirası yabancı paralar karşısında hızla değerlendi ve cari açığı yapısal olarak kronikleştiren bir tüketim çılgınlığına dönüştü. Türkiye TCMB’nin fiyat istikrarı dogmasıyla birlikte döviz kurunun tamamen “serbest” piyasada “yüzmeye” terk edilmesi sonucunda kurgulanan bu sahte İsviçreleşme döneminde yeni bir Lale Devri yaşadı.

Ancak reel yatırımlara yöneltilmeyen bu tip “sıcak” nitelikli, spekülatif sermaye, ulusal ekonomide yeni iş sahaları açmak ya da teknoloji getirmek gibi kazançlar sağlamak şöyle dursun, Türk Lira’sını aşırı değerli hale getirerek ithalatı kamçılamakta; dış borçlanmayı da özendirmekteydi. Bunun da ötesinde aşırı ucuz dövize dayalı bağımlı ekonomi modeli, ulusal sanayimizin teknolojik bağlantılarını tahribata uğratarak, taşeronlaştırılmış ve marjinalleştirilmiş bir yapıya dönüştürüyordu.

Yanda TÜİK ve Cumhurbaşkanlığı SBO verilerinden derlediğimiz şekilden de görülebileceği üzere üzere söz konusu dönemde Türkiye’de ulusal tasarrufların ve imalat sanayinin milli gelir içerisindeki payı aniden çöküş yaşadı. Türkiye olgunlaşmamış sanayisizleşme dönemine itildi.

Dolayısıyla, bugünlerde çok öykünülen 2003 sonrası makroekonomi idaresinin ardında aslında ulusal tasarruf hacminin tahrip edildiği (ve dolayısıyla cari işlemler açığının kronikleştirildiği), yatırımlarda önceliklerin sanayi üretiminden ziyade spekülatif finansal ve imar rantlarına dayalı inşaat sektörlerine yönlendirildiği çarpık büyüme süreci yatmaktaydı. Dolayısıyla bugün merkez bankası başkanı Kavcıoğlu’nun yakındığı “cari işlemler açığının yarattığı istikrarsızlık” kendi kendine oluşmamış, bizzat AKP ekonomi idaresinin yol açtığı spekülasyona-dayalı büyüme sürecinde inşa edilmişti.

Alternatifleri Düşünmek

Bu gerçekler altında sadece enflasyon hedeflemesini gözeten muhafazakar merkez bankacılığı yerine ne gibi seçenekler geliştirilebilir? Biraz da bu konuda bir iki sav geliştirelim. 2015 tarihli İktisat ve Toplum yazımızdan:

“Ortodoks enflasyon hedeflemesi stratejisine almaşık bir seçenek, Arjantin, Meksika ve Brezilya ekonomilerinin 2000 sonrası deneyimlerinden yola çıkarak Roberto Frenkel, Jaime Ros ve Lance Taylor gibi yapısalcı gelenekten gelen iktisatçılar tarafından önerilmektedir. Adı geçen iktisatçılar modern merkez bankacılığının sadece enflasyon hedeflemesi ile sınırlandırılmayarak, bunun da ötesinde, döviz piyasasında sabit ve rekabetçi bir reel kur hedeflemesini de içeren, daha kapsamlı bir para politikası oluşturulmasını önermektedir. Yani, alternatif görüşe göre merkez bankaları döviz fiyatının reel değerini de gözetmelidir. Reel kur hedeflemesinin, bir yandan (ülkemizin de en önemli sorunu haline dönüşmekte olan) cari işlemler açığının oluşmasına engel olurken, diğer yandan da emek yoğun ihracatı özendirerek işsizliğin azaltılmasına yardımcı olacağı düşünülmektedir.

Dolayısıyla merkez bankaları enflasyonla mücadele hedefinden vazgeçmeden, döviz piyasasında rekabetçi bir reel kuru da hedefleyerek ekonominin acil sorunlarının çözümüne daha aktif olarak katkıda bulunmalıdır. Bu hedefe ulaşmak için merkez bankaları ekonominin diğer birimleri ile koordineli olarak çalışmalı ve gereğinde sermaye hareketlerini daha aktif olarak yönlendirmeli, spekülatif ve borçlanmayı özendirici unsurlarından arındırmaya çalışmalıdır.

Enflasyon hedeflemesine daha teknik ve soyut düzeyde almaşık bir başka seçenek ise Mark Setterfield ve Louis-Philippe Rochon gibi post-Keynesgil iktisatçılar tarafından geliştirilmiştir.* Setterfield ve Rochon, enflasyon hedefinin rastgele bir rakama değil, emek üretkenliğindeki artışa odaklanması gerektiğini önermekte; ve bu hedefin bölüşüm açısından emeğin kazanımlarını sürdürecek ve ulusal gelirden aldığı payı koruyabilecek bir seçenek olduğunu savunmaktadır.”

Korkut Boratav hoca da 29 Ekim tarihli Sol Haber yazısında 1900’lar döneminde böylesi bir deneyimin Türkiye’de yaşanmış olduğunu anımsatıyor ve şu sözleri aktarıyordu:

“(1990’lı yıllarda) döviz kuru (kabaca) aylık enflasyona uyum sağlayacak biçimde TCMB tarafından belirlenmekteydi. Faiz oranları ise “serbest” (yani bankalara) bırakıldı. Bunlara, emeği koruyan “popülist” uygulamalar refakat etti: Asgari ücretler, maaşlar, emekli aylıkları, çiftçilerin eline geçen net fiyatlar en azından geçmiş enflasyona endekslendi. Toplu sözleşmelerde enflasyona “refah payı” da ekleniyordu. Tansu Çiller 1993 sonunda “imkânsız üçlü” kuralını çiğnedi; döviz kuru yanında faiz oranlarını da belirlemeye kalkıştı; 1994 krizini tetikledi. Bu kriz reel ücret kayıplarına yol açtı; ama sonraki üç yılın koalisyon hükümetleri, döviz kuru hedeflemesine ve emek gelirlerini koruyan bölüşüm politikalarına geri döndü.

1990’lı yılardaki Türkiye uygulamaları göstermiştir ki, döviz kuru hedeflemesi içinde emek gelirlerini güvenceye alan bir alternatif, “imkânsız üçlü” bağlantıları ile uyumlu olabilmektedir.

Bilimde alternatifsizlik olamaz. Bir dogmatik inanca dönüştürülen “merkez bankaları sadece ve sadece enflasyon hedefler, döviz kuru ya da başka hiçbir şeyle ilgilenmez” saplantısını sorgulamalıyız. Ama bu sorgulama makroekonomi idaresinde günümüzde yaratılan başarısızlık ve becerisizliklerin hiçbir şekilde mazereti olmamalı.

Orijinal Makale

Son yorumlar

Sıradaki makale yükleniyor...
Uygulamamızı Yükleyin
Risk Açıklaması: Finansal araçlar ve/veya kripto paralarla işlem yapmak yüksek seviyede risk içermektedir ve yatırım miktarınızın bir kısmını veya tamamını kaybetmenize sebep olabilir, bu sebeple tüm yatırımcılar için uygun değildir. Kripto para fiyatları aşırı derecede hareketlidir ve finansal haberler, politik olaylar ve düzenleme kurumları gibi konulardan kolaylıkla etkilenir. Kaldıraçlı işlem yapmak finansal riskleri yükseltmektedir.
Diğer finansal araçlar veya kripto paralar içinden tercihinizi yapmadan önce, yatırım nesnelerinizi, deneyim seviyenizi ve risk iştahınızı dikkatlice gözden geçiriniz ve ihtiyacınız olduğunda profesyonel tavsiye almayı deneyiniz.
Fusion Media sitede yer alan bilgilerin gerçek zamanlı ya da isabetli olacağının mutlak olmadığını hatırlatır. Tüm borsa fiyatları, endeksler, vadeli işlemler, Forex ve kripto para fiyatları, borsalardan değil piyasa düzenleyicileri tarafından oluşturulur, bu sebeple fiyatlar isabetli olmayabilir ve gerçek piyasa fiyatlarından farklı olabilir, bu da buradaki fiyatların fikir verme amaçlı olduğunu ve ticari amaçlar için uygun olmadığını gösterir. Fusion Media veya herhangi bir sağlayıcı, buradaki bilgileri kullanmanız sonucu oluşacak olası kayıplarınızdan ötürü sorumluluk taşımamaktadır.
Bu sitede yer alan bilgileri, Fusion Media ve/veya veri sağlayıcıdan yazılı izin almadan kullanmak, saklamak, kopyasını üretmek, görüntülemek, düzenlemek veya dağıtmak yasaktır. Fikri mülkiyet hakkı, sitede yer alan verileri sağlayanlara ve/veya borsalara aittir.
Fusion Media reklamlarla veya reklam verenlerle etkileşiminize bağlı olarak internet sitesinde görüntülenen reklamlardan gelir elde edebilir.
İşbu sözleşmenin aslı İngilizcedir ve İngilizce ve Türkçe versiyonu arasında tutarsızlık olduğunda İngilizce versiyonu dikkate alınacaktır.
© 2007-2024 - Fusion Media Limited. Tüm Hakları Saklıdır.